Zaman zaman hiç umulmayan bir lütufla uzanıyorsun. Eş zamanlı olarak birçok yanın kıpırdıyor. Kollar dizlerden çözülüyor. Kafa kalkıyor. Bacaklar açılıyor. Gövde geri kaykılıyor. Ve böylece bunlar ve sayısız başkaları bir noktada tıkanıp kalana kadar birlikte gidiyorlar yollarına, sonra yine birlikte duruyorlar. Şimdi yeniden sırtüstü yatma ediminin yarısında bıraktığı yerden sürdürüyorsun uydurmalarını. Tersine bir işlem onu bir başka kesintiye uğratana kadar sürdürüyorsun bunu. Böylece karanlıkta kimi kez çömelmiş oturarak, kimi kez sırtüstü uzanarak boşuna çabalıyorsun. Nasıl ki ilk konumdan ikincisine geçiş zamanla bir parça kolaylaşıyor ve daha bir istekle gerçekleşiyorsa aynı biçimde ikincisinden ilkine geçişte bunun tam tersi gözlemleniyor. Öyle ki sırtüstü uzanış art arda başvurulan rahatlama biçimi olmaktan çıkıp bir alışkanlığa ve sonunda da bir kurala dönüşüyor. Şu anda sırtüstü karanlıkta yatan sen, bundan sonra kollarınla bacaklarını sarmak ve başını daha fazla eğilmez olana kadar eğmek için kıçının üzerinde doğrulamayacaksın. Aman, kafan sonsuza kadar geriye atılmış, boşuna uğraşacaksın masalınla! Sonunda sözcüklerin nasıl tükendiklerini duyana kadar. Her anlamsız sözcükle sonuncuya daha bir yaklaşarak. Onlarla oluşturduğun masalında. Karanlıkta seninle birlikte olan başkasının masalında. Karanlıkta seninle birlikte olan başka birinin uydurduğu masalında. En sonunda çabalarının karşılıksız kalması ve hep olduğu gibi kalmış olman daha iyi değil mi senin? Yalnız.” (Beckett, 2021, s. 48-49-50).
***
Yıllar sonra ilk defa o gürültülü ve bir o kadar da hayatta tutan o kalabalığı görünce belleğinin hızına yetişememeye başladı. Durdu, yaşamının en heyecanlı anlarının geçtiği o yere baktı sessiz ve huzurlu gülümsemesiyle… Fakat arkasından gelen telefonu neredeyse ağzının içine kadar sokacak olan gencin omzu ile kalabalığın içindeki gürültünün sessizliği fazla uzun sürmedi. Yıpranmış sırt çantasına yüklendi, yavaş adımlarla yürüyüşünün ardında bıraktığı yaşamlarını izleyerek iki taraftan da kendisine doğru gelen hızlı kalabalığa aldırış etmeden adımlarını yavaşlattı.
Omuzlarına gelen darbelerden ve yüzüne sinen parfümlerin ve ağız kokularının son bulduğunda o eski yaşamlarının canlılığını hissettiği o yere, Aslıhan’a girdi. Adımını attığı ilk anda derinden hissettiği o mutluluk bir anda kedere dönüşmüştü gördüğü manzara karşısında.
Nasıl oluyor da bu kadar hazza dönük olan hemen kendi kendisini bir anda sarsıp yerini kedere bırakıyordu?
Yavaş olan adımlarını zeminin ağırlığını hissetmek için daha da yavaşlattı. Düşüncesinin oluşturucu yıllarını ve ıslak asfaltın değerini anladığı zorunluluk mesailerinden sonra heyecanla koşup tozlu raflarda soluklandığı o yer kapanmış, o yaşamlar bir anda sönmüştü.
Nasıl zaten yok olan daha da yok olabiliyordu?
O raflardaki toz kalkmış ve yerini ders kitaplarının içi boş dışı parlak kapaklarına yerini bırakmıştı. Yıkmak, dağıtmak, yerle bir etmek istedi orayı ama içindeki hiç, durdurdu onu. Sahafın dışına çıktı. Kısa bir süre bakışlarını raflara yöneltti. Bir anda gözü tezgahtaki kampanya test kitaplarının altındaki cama yaslı yerdeki sayfaları yırtılmış, eski siyah-gri kapağı sararmaktan öte tarifleyemediği bir renk almış olan kitaba kaydı; Allen Ginsberg: Howl. Birkaç saniye, sadece birkaç saniye birkaç yıl gibi geçti içindeki hevesin ölümünün geride bıraktığı boşlukla. Ellerini içsel sıkıntısının sessizliğini uyandırdığı o devrim kitaba götüremeden adımları bir anda hızlandı, durdurak bilmeden caddenin izdihamına aldırış etmeden, omuzlarının acısını duyumsamadan, koştu…
Nasıl oluyor da çoktan yok olmuş olanın sönmüş acısı daha da acı bir hale dönüşebiliyordu?
***
Bir metni açtığımızda bağlı olduğu kuram bizi anlamaya götürür, hemen her bir sayfada geçerlidir bu. Sözcükler cümleleri kovalar, cümleler ise kuramın barındırdığı o mutlak algıyı. Her bir kuram -doğrudan ya da dolaylı- bir mutlak yazımın içinde okuru metnin sularında anlamaya sunar. Kuramdan tavizsiz olan eğitim ve Efendi’nin söylemleri mutlak olanın sınırlarını gittikçe daraltır. Söylem o kadar güçlüdür ve temas ettiği sınırlar o kadar dardır ki anlamasa bile anlar okur. Fakat o söylemin sustuğu, iki kişinin “sessizlik” ile çevrili o odada buluştuğu zaman ise donakalır Efendi’nin masum itaatkârı…Efendi’nin pop ve bayat söylemleriyle oluşturduğu kitleyi gören masum; derinlikten uzak, öznelliğin, öznelerarasılığın, perspektiflerin hiç bilinmeyen bir dilin kelimeleri olarak sayıldığı Herkes’in kafesinde hapsolmuştur. Karşısındakini çok kısa bir müddet dinler-miş gibi yapar, cümlesini bitirmeden onu keser. Ona kulak vermez. Hikâyesini anlatan o kişiyi duymaya çalışmak yerine, ezberletilmiş laflarla papağan gibi az önce ona söylenen cümleleri tekrar ederek, kendisini “önemli bir şey dedim” tavrında sunar. Karşısındaki susar. Fakat bu kısa sessizlik hâli bile masuma yabancıdır. Ardından hikâyesine devam etmeye çalışan öznenin ağzı tam açılıp bir şeyler söyleyecekken; “hadi şu ezgersizi/çalışmayı yapalım,” diyerek kulaklarını tıkar masum. “Neoliberal psikologlar”ın bu durumu, kendilerine ait bir alanlarının olmayışı ve bu alanı yaratmaya cesaret edemeyişlerinin bir sonucudur. Çünkü cesaret ettiklerinde o pop kitle tarafından dışlanırlar ve bu yüzden Efendi’nin söylemleri olan o kurama sıkı sıkı sarılırlar. Hâlbuki kuram, psikoterapistin kendi alanını oluşturmaya yarayan bir şeydir. Körü körüne tapılacak bir şey değil! Guntrip’e kulak verelim:
“Kuramın en önemli yön olduğu kanısında değilim. Yararlı bir hizmetkârdır kuram ama kötü bir efendidir: Her inançtan tavizsiz taraftarlar yaratmaya elverişlidir. Kurama her zaman esnek yaklaşmalı ve terapi pratiğinin ışığında onu geliştirmenin yollarını aramalıyız. Meselenin can alıcı noktası terapi pratiğidir. Sonuçta iyi terapistlik eğitimden değil, doğuştan gelen bir özelliktir ve iyi terapistler eğitimden en iyi şekilde yararlanırlar.” (Guntrip, 2000, s.29). Kuramın etrafında onu dillendiren Efendi’nin anlamı vardır. Neoliberal psikologlar bu anlamı duymaya gayret eder. Efendi takır takır tökezlemeden konuşur, tökezlediğinde ise “saçma” deyip geçiştirir. Oysa geçiştirilen yerde, o es geçilen yerdedir özne:
“Alışıldığı üzere bize söyleneni duyduğumuzda söylenen kelimelerin seslerini algılayıp, cümlelerin anlamlarını anlarız. Bu duyduğumuz yerdir. Dinlemekse daha farklı bir eylemdir; dinlediğimiz zaman artık bir şey duymayız. Tınıların ve anlamların ötesinde konumlanıp, rahatsız eden seslere sağır, dikkat dağıtan düşüncelere ise kayıtsız kalırız. Burası da dinlediğimiz yerdir. Bir başka deyişle kelimeleri duyarız, ama dinlediğimiz bilinçdışıdır” (Nasio, 2019, s.20).Efendinin masum itaakârının karşısındaki duyulmayan özne aşkından harap olmuş görünür ve sözleriyle bunu destekleyerek bu aşkı masum’a anlatır. Masum Efendisi’nin bayat sözüyle karşılık verir: “Üzülmüş olmalısınız….” Kafesteki özne, kafeste olduğunu bir kere daha anlar önce bir sessiz kalır ve sonra direnişin verdiği güçle iç geçirerek haykırır: “Hayır, kurtuldum bile!” Masum donar kalır bu cevap karşısında oysa ona hiç böyle öğretilmemiştir: “Ağlamaklı bir ses tonuyla aşkını anlatan biri üzgün “olmalıdır”. Eli yağı birbirine dolanır, ne diyeceğini bir türlü bilemez fakat o içsel gücün en yakın hissedildiği böyle bir andaki sessizlikte kalmak yerine bu anı bile bozarak berbat gürültüsünü “durumu toparlamak” için dayatır fakat kafesteki kuş çoktan uçmuş odada masum tek kalmıştır.
“…Ötekini duymak, dışarıya doğru, dışarıda olan ötekine doğru gitmek demektir. Oysaki ötekini dinlemek içeriye doğru girmek, ötekinin bilinçdışında beliren sahneyle karşılaşmak için analistin kendi içine inmesi anlamına gelir” (Nasio, 2019, s.33).
Kendilerinden bihaber olan neoliberal psikologlar “danışanlar”ını dinleyemez. Kendi derinliklerinden geçemeyen nasıl bir başkasının derinliklerine inebilir? Onlar, “kendi analizine girdin mi?” sorusunu bile “spss” analizi zannederler. Bu yüzden öznelerasılık kelimesi onlara uzaktır, özne kelimesi bilinmeyendir, öznellik ise anlamsızdır!
İşte tam onların anlamsız olarak gördüğü yerde başlar hikaye! Anlamak ötelenmelidir çünkü anlamak; bir süre sonra kabartılan kulakları özneye değil, diğerlerine ve kendine çevirir. Odak anlamak olursa terapist, “anlamalıyım” zorunluluğuyla anlatılan hikayeye bağlantı kurarak bir başkasına –belki kendine- benzetir. Ayrıca bunun ucunda kendini ona ispatlamak vardır tıpkı masum’un yaptığı gibi… Halbuki anlamak sabitlenmezse öznenin farkı bir yerde -belki bir lapsusla, belki tekrarlayan bir kelime ya da cümleyle, belki yer edici bir ses ile vs…- kendini ortaya çıkaracak, herkes’in içinde hapsolan özne ilk defa duyulacaktır.
“Anlamaya‟ yönelik çabalarımız, bizi kaçınılmaz biçimde bir başka kişinin söylemekte olduğu şeyleri halihazırda bildiğimizi düşündüklerimize indirgemeye sevk ediyorsa (ki aslına bakılırsa bu genel olarak anlamak için epey hakkaniyetli bir tanım vazifesi görebilir), atmamız gereken ilk adımlardan biri bu kadar çabuk bir şekilde anlamayı bırakmaya çalışmaktır (Fink, 2021, s.23). Analizanla işbirliği inşa etmemiz, özellikle de anladığımızı göstermeye yönelik teşebbüslerimizin çoğu zaman başarısız olup bu durumun tam tersini ortaya koyduğu gerçeği düşünülecek olursa, ona söylediklerini anladığını göstermemiz yoluyla değil onu daha önce hiç dinlenilmemiş olduğu bir şekilde dinleyerek olur. “İnsanlararası söylemin temeli yanlış anlama olduğundan” (Lacan‟dan akt. Fink, 2021,s.184) analizanla sağlam bir ilişki kurmak için anlamaya bel bağlayamayız. Bunun yerine, söylediklerine şimdiye dek bilmediği bir şekilde dikkat kesildiğimizi ortaya koyan bir biçimde dinleyerek „ona karşı ciddi bir ilgi sergilemeliyiz‟” (Freud‟dan akt. Fink, 2021, s.23).
Neoliberal psikologlar odada iki kişi olsalar bile tek başınalardır. Danışanlarının söylemleri onlar için kendilerini ispatlama çabasıdır. Danışanın söylediği cümle birazcık değiştirilir, birazcık mimik ve hafiften “tatlı” bir tebessümle, “ağız yayarak” danışana tekrar yansıtılır. Danışan ise “o an” için bu kahin kişinin söylemlerine şaşkınlıkla katılır –ki aslında onun söylemidir o- ve şunu söyler: “Anlaşıldığım için çok mutluyum.” Mutluluk… Neoliberal psikologlar için zaten önemli olan şey budur; onlar hakikatin değil, sundukları mutluluğun ve “paranın sesini” “anlamak” büyüsü ile dinlerler. Halbuki analist anlamak ile ilgilenmeyerek, daha önce hiç kimseyi dinlememiş gibi sessizliği en derininde hissederek dinler ve bir müddet sonra o sessizliğin içinde analizanın sesi yükselir fakat analist ona o yükselen sesi satmaz, anla-mış gibi yapmayı ve anlamayı dağıtır:
“Anlamak fantazide kendini bulmaktır, fantazi çerçevesini yeniden tesis etmektir. Daha fazlasını içerecek şekilde genişletmektir, yoksa dağıtmak, katetmek değildir –ama psikanalizin götürmesi gereken yer, kat etme noktasıdır. O halde analitik süreç anlamaya ters düşecek, anlamanın dağıtılması olacaktır. Bilgi ve Lacan‟ın öğreti dediği şey, fantazinin zıt kutbundadır; bir inşa meselesidir ve nihayetinde mathême‟le yani tam da anlamsız harflerle, kendilerine özgü bir otomatizmin regüle ettiği ve harfilikleri içinde, bilgi aktarımının vasıtları olan anlamsız harflerle ilgili bir meseledir” (Dolar, 2013, s. 140).
En kuvvetli sesten bile daha kuvvetlidir hakiki bir sessizlik. Bu kat etme ilk önce bu büyük sessizlik ile olur. Analizanla susarak konuşulur. Çünkü analist yapmacık bir cümle ile değil, “hakiki olan” ile duyumsar. Bir müddet sonra onlara göre çok saçma, çok anlamsız bir şey olur. Fakat saçma şey anlamsız değildir, anlamsız-mış gibi görünür ve orada bir hakikat vardır. Analist işte burada yorumunu yapar çünkü: “Analitik yorum, anlaşılmak için değil, dalgalanmalar yaratmak için tasarlanmıştır (Lacan‟dan akt. Fink, s.105) Dalgalanmanın ortaya çıkışının nasılı o sessizlikte gizlidir; sözcüklerin durduğu, bakışın anlam(lar) yarattığı, sözün geride bıraktığı ifade edilemeyen ama orada saklı olan, “dalgın sularda” sessizliğin meydana gelişi ancak bir “eşlik” ile mümkündür:
“Psikoterapi, başından sonuna kadar, terapistin psikodinamik araştırmalardan edindiği zihinsel bilgiyi kullanabilmesi için temel oluşturan, kişisel bir ilişkidir. Hastalarımız her zaman bir dereceye kadar, sürekli bir kaygı ve güvensizlik durumu içinde savunmaların arkasına gizlenen, yalıtılmış kişilerdir. “İyileşme”leri ancak potansiyel kendiliklerinin tehdit edilmesi değil, kendini keşfetmesi ve gerçekleştirebilmesi için korunma ve destek hissetmesini sağlayacak biçimde bulunabildiği ve bu çekirdekle iletişimin kurulabildiği bir terapötik ilişki içinde sağlanabilir. Yeniden bulunan bu kendine sahip olma ve ben gücünün temelinde, kişi insan temasından ve yakınlaşmadan duyduğu şizoid korkudan kurtulup ilişkileri ve yaşamı zenginleştirici ve doyurucu bulmaya başlayabilir” (Guntrip, 2020, s.266-267).
Sound of Metal filminde bateristin hayatı gürültü ile çevrilidir fakat burada fiziksel bir gürültüden bahsetmiyorum; etraf canlıdır, ışıklar parlak, çevresindekiler ona hayran, aşkını özgürce yaşayan, mutluluk betimlemeleri… Fakat bir an gelir, bateristin en önemli işlevi olan duyma yetisi yavaşça kaybolur; canlılık yitirilir, hayranlıklar kaybolur, aşkı onu terk eder, mutsuzluk betimlemeleri… Kaybettiği bu şeyleri alışık olduğu gürültü ile telafi etmeye çalışarak kazanmaya çalışsa da bu, konserin en güzel parçasını çalarken tüm ses sisteminin çökmesi gibi yıkılır. Bir müddet hissizlik ile olan beraberliğini dışlayarak geçer. Cızırtılı kulaklığı ile çevreyi duysa da, eski özlediği hayatı ve hayatındakiler onu duymaz. Sonra bir an gelir; kalabalığın ve canlılığın arkasındaki banka oturur, kulaklığını takar, korkunç gürültüyü duyar. İşte o an geçmişinde yaşamaktan keyif aldığı ve yaşamı sarmaladığı o “gürültü”, “sessizlik” ile anlam kazanır: Kendiliği ile temasına adım atar, hakiki yüzleşme gerçekleşir ve Hiç ile olan teması başlar.
Neoliberal psikologlar işte bu gürültüyü sunar; kaybedilenler yeni ile telafi edilmeye çalışılarak yapaylığa teslim edilir. Eksik ve eksiğin ardındaki arzu dışlanır, orada kalınmaz, arzu yerine arzuyu ehlileştirecek bir davranış bulunur, tıpkı semptomu yok etmeye çalışmaları gibi… Fakat hakiki bir terapist, gürültünün ardında bıraktığı sessizlik ile temas ederek ona gerçeği sunar. Semptomu yok etmeye çalışmaz, onunla kalır, onu duyar ne anlatmak istediğine kulak verir.
İşte tam bunlar “anlamayı öteleyen” bir terapist ile kurulan o “hakiki ilişkide” saklıdır. Çünkü aktarım ve ardındaki “sessiz arzu” oradadır.
***
Soluyan nefesinin hızını ve bedeninin verdiği yüklü acıyı duyumsayamıyordu bile yitip giden yaşamları karşısında. O an bir kafesin içindeydi sanki; düşünceleri öylesine yoğun, öylesine yorgun geliyordu ki oradan çıkmak için uzuvlarını oynatmadı umutsuzluğun gerçeğini bildiği için… Nefesi yavaşladı, etraftaki yüzlerin ona yönelttiği garip bakışa bir müddet baktı. Tütün kesesinden bir sigara sardı, çektiği ilk dumanda yerleşti içine; yükünü verdiği o ağırlığın yitip gitmesi ile gelen boşvermişlik…
Her şey her şeyleşmiş, her şey hiçleşmişti. Ne de olsa anlamın bir anlamı yoktu artık. O halde, o çok sevdiği o kafede kahvesini içip, geriye kalan tek şey olan yola çıkmanın vakti gelmişti. Aklında tek bir kelime vardı: Son. Benimsediği, kendisinin bir parçası olan o sahaftan Şişhane’ye doğru yürüdüğü yol sonrasında o kafede saatlerce okuduğu kitaplarla geçen tarifleyemediği zamanlar ve yaşamlar, sonu böyle anlamsızlaşarak, yitip giderek mi olacaktı? Bütün lezzetiyle yudumladığı kahve biterken sadece bunları düşündü. Serdar-ı Ekrem’e baktı; sokağın muhteşemliğini gören gözlerin heyecanını gördü, Doğan Apartmanı’nın görkemli mimarisine bir kere daha hayran oldu, karşısındaki sandalyede patilerini içine sokmuş kara kediyle selamlaştı. Tek bir kelime çıktı yalnızca kendisinin duyabileceği bir ses tonuyla: “Gitmek…” Deri ceketini sırtına alırken aniden Sarı Drum’un kokusu burnuna gelmeye başladı. Üç adım ötesinde saçı sakalı birbirine karışmış, kahverengi deri ceketinin yırtıklığına aldırmayan, tipi müebbet bir adam kendisine bakıyordu tütünü soluyarak. Bir süre, çok kısa bir süre, gözlerinde buluşmak yetti onlara derin iç sıkıntının mahiyeti için. Adamın masaya oturmasına gözünü tek seferde kıpırdatarak müsaade etti. Oturur oturmaz parmaklarındaki tütünle çantasından kitabı çıkartarak masaya koydu. Tam o anda sigara söndü, üstüne küller dökülen kitabı hafifçe ona doğru sürükledi: Allen Ginsberg: Howl! Ardından şunları söyledi:
“Haçlı seferleri sırasında bir asker,
Bir alıç çalısından bir dal keser,
Evine döndüğünde filizi diker yaşlandığında da
Gençliğini dokunaklı bir biçimde hatırlatan erişkin ağacın gölgesine oturur.”
Bu şiir sessizliğin büyük bilgesi Wittgenstein’a okunur ve şöyle yanıtlar: “Eğer ifade edilemeyen bir şeyi ifade etmeye çalışmazsan hiçbir şey kaybedilmez. Ama -ifade edilemeyen ifade edilemez bir şekilde- ifade edilenin içinde olacaktır.”
Kaynakça:
–Beckett, S. (2021). Eşlik. (Uğur Ün, Çev.) İstanbul: Ayrıntı
-Dolar, M. (2013). Sahibinin Sesi. (Barış Engin Aksoy, Çev.) İstanbul: Metis
-Fink, B. (2021). Psikanalitik Tekniğin Temelleri. (Burcu Halaç, Çev.) İstanbul: Axis
-Guntrip, H. (2013, Ocak). Fairbairn ve Winicott ile Analiz Deneyimim. Defter, 39, 29-48.
-Guntrip, H. (2017). Şizoid Görüngü Nesne İlişkileri ve Kendilik (İpek Babacabn, Çev.) İstanbul: Metis
-Nasio, J-D. (2019). Evet Psikanaliz İyileştirir. (Özge Soysal, Zeynep Yaşar, Çev.) İzmir: Yakın
